Priene - Milet - Didim

Priene - Milet - Didim

 

Arkeoloji delisi pizzacınız, bu sefer de sizlere, antik İonya bölgesinin, üç önemli yerleşim birimi olan, gençliğinde çok okuyup, araştırdığı, yüzlerce kez gezdiği ve gezdirdiği Priene, Milet ve Didim’i, kısaca “İonik Üçgen”i anlatmak istiyor.
 
Kuzeyinde Eolia (en önemli kenti Bergama), güneyinde ise Karia (en önemli kenti Halikarnas-Bodrum) bulunan İonya, günümüz Ege bölgesinin orta bölümünün, (İzmir ve Aydın bölgesinin) antik çağdaki adıdır. Tarihin babası olarak bilinen Herodot’a göre İonya’nın 12 ana şehri vardır. Bunlar; güneyde, Milet, Myus, Priene, ortada, Efes, Colophon, Theos, Lebedos ve kuzeyde Erythree, Clazomenai, Phocee (Foça) ile Samos (Sisam) ve Chios (Sakız) adalarıdır.
 
İonya’nın kısa tarihçesi:
 
M.Ö. 12 ve 11. yüzyıllarda Yunanistan’dan bu bölgeye gelerek yerleşen ve kendilerine “Deniz halkları” adı verilen göçmenler, burada müthiş bir uygarlığın temellerini attılar. Güzel iklimi ile, Küçük ve Büyük Menderes (Kaistros ve Meandros) ırmaklarının suladığı verimli toprakları ile tarımda, hızla gelişen limanları ile ticarette büyük ilerlemeler kaydeden bölge insanları,“Panionion” adı verilen, çok daha sonra (M.Ö. 8. yy) Smyrna’nın da (İzmir) katıldığı politik bir birlik oluşturdular. Bu birlik sayesinde sadece tarımda, ticarette değil, kültürde, bilimde ve felsefede, özellikle M.Ö. 7. ve 6. yüzyıllarda, İonya altın çağını yaşadı.
 
Fakat önce Kimmerlerin (M.Ö. 645-626) daha sonra Lidyalıların (M.Ö. 611-600) saldırılarına maruz kalan İonya, en sonunda, M.Ö. 546’da Perslerin eline geçti. Pers boyunduruğuna bir süre tahammül eden İonyalılar, bir süre sonra örgütlenerek, ünlü “İonya isyanı”nı başlattılar ve Perslerin Anadolu’daki başkenti Sardes’i yakıp, yıktılar. Ancak bu isyan, M.Ö. 494 yılında,o zaman deniz kenarında bulunan Milet’in hemen karşısındaki (bugün sadece küçük bir tepe olan) Lade adası savaşında, İonya donanmasının 353 gemisinin de Persler tarafından yok edilmesi ve İonya şehirlerinin yakılıp, yıkılması ile sona erdi.
 
M.Ö. 334 yılında Makedonya’dan yola çıkarak tüm Anadolu’yu Perslerden temizleyen Büyük İskender’in M.Ö. 323’teki ölümünden sonra, Helenistik çağda ve daha sonra Roma döneminde (özellikle M.S. 1. ve 2. yüzyıllarda) İonya eski ihtişamlı günlerine döndü. Günümüzde antik kentleri gezdiğimizde gördüğümüz hemen her şey bu dönemlere aittir.
 
Ancak 3. ve 4. yüzyıllardan itibaren, ırmakların getirdiği alüvyonlar sebebi ile limanları bataklık haline gelen büyük kentlerin zayıflaması (Efes-Milet) ve artarda gelen depremler yüzünden yaşanan büyük yıkımlar nedeni ile, bölge önemini, zenginliğini, refahını kaybetmeye başladı. Bizans döneminde sadece küçük birer kasaba olarak yaşamını sürdürmeye çalışan bu şehirler, ne yazık ki, zamanla tarih sahnesinden silindiler, kaybolup gittiler.

PRİENE

Bodrum yolunda, Söke’yi geçtikten hemen sonra sağa sapıp birkaç kilometre sonra Güllübahçe’ye geldiğimizde, sarı tabelaları takip ederek kolayca bulabileceğimiz Priene, Söke ovasına hakim bir yamaçta kurulmuştur. Anadolu’daki diğer antik kentlerin aksine Priene Romalılar tarafından çok fazla değişikliğe uğramamış,Helenistik özelliklerini koruyarak, tipik bir antik yunan medeniyeti kenti olarak günümüze kadar gelmiştir.

 
M.Ö 494 yılında Lade savaşında yenilen İonyalıların tüm diğer şehirleri gibi Priene de, Persler tarafından yıkılıp, yakılmıştır. Günümüzde burada gördüğümüz kalıntıların çok büyük bölümü, Büyük İskender’in Anadolu’dan geçmesinden sonraki Helenistik devire aittir (M.Ö. 4. ve 3. Yüzyıllar) Roma çağında Efes, Afrodisias, Milet gibi şehirler çok büyük önem kazanıp büyürken, Priene küçük bir şehir olarak kalmış ve Büyük Menderes’in zamanla denizi şehirden uzaklaştırması ile unutulmaya yüz tutmuştur. Bizans döneminde, küçük bir Hristiyanlık merkezi olarak varlığını sürdürse de,bu dönemin sonuna doğru, tamamen terkedilmiştir.
 
Priene’yi gezmek için, küçük bir yürüyüş yolundan, antik Mycale dağına biraz tırmanmak gerekiyor. Yukarı çıkarken ana kavşaktan sağa saptığımızda, antik tiyatroya geliyoruz. Burada karşımıza, Romalıların pek dokunmadığı, tam bir yunan tiyatrosu çıkıyor. Sahneye kadar inen basamakları ile, sahne kenarındaki önemli kişilere ayrılmış koltukları ile, ortada üzüm, şarap ve aynı zamanda tiyatro tanrısı olan Dionysos’a (Romalılarda Bacchus) ait adağı ile, zeytin ağaçları ile bezenmiş, şirin bir yunan tiyatrosu…
 
Daha sonra sahnenin arkasında göreceğiniz haç işaretlerinden anlayacağınız gibi bir Bizans dönemi kilisesi (M.S. 6. yy) kalıntılarından geçerek Athena tapınağına varıyoruz. M.Ö. 4. Yüzyılda, aynı zamanda, antik dünyanın yedi harikasından biri olan Halikarnas Mozolesinin mimarlarından olan Pytheos’un eseri olan bu ionik tapınak, hala ayakta duran birkaç sütunu ile zamanındaki ihtişamının ipuçlarını veriyor.
 
Athena tapınağının yanından Söke ovasına bir göz atmanızı hararetle öneririm. Uçsuz bucaksız ovanın büyük bölümünün, zamanında, Bugün Bafa gölü olan, Latmos körfezinin girişi, yani deniz olduğunu düşünmek, Büyük Menderes ırmağının, tabiatın gücü karşısında insanı şaşkınlığa uğratıyor.
 
Ana caddeden aşağı doğru inerken sağda antik yunan kentlerinin “şehir meclisi” olan 640 kişi kapasiteli, çok iyi korunmuş “Bouleterion”u görüyoruz ve tabii ki hemen yanında, şehrin yönetim merkezi diyebileceğimiz, “kutsal ateş”in yer aldığı “Prytaneion” binasının kalıntıları… İnerken sağa dönerseniz, şehrin alışveriş merkezi “agora” da bir tur atarak, küçük Zeus tapınağının kalıntılarını görebilirsiniz. Ne yazık ki, Demeter, Kibele tapınaklarından, Büyük İskender’in kaldığı söylenen tapınak-evden ve en aşağıda surların yanında bulunan 190 metre uzunluğundaki stattan, ne yazık ki, günümüze pek bir şey kalmamıştır.
 
MİLET
 
Didim yolu üzerinde, Priene’ye 20 km. kadar uzaklıkta bulunan Milet, altın çağını, Perslerin M.Ö. 546 yılında Anadolu’yu işgal etmelerinden önce, M.Ö. 7. ve 6. Yüzyıllarda yaşamıştır ve bu dönemde, sadece zamanın en önemlilerinden olan limanı ile ticarette değil, kültürde, bilimde ve felsefede, o günkü dünyanın en önemli merkezi olmuştur.
 
Günümüzden 2600 yıl önce (M.Ö. 585) bir güneş tutulmasını önceden hesaplayabilecek bir bilim seviyesine ulaşan ve “Teori”si ile herkesçe tanınan matematikçi-filozof-astronom Thales de, ünlü filozoflar Anaximandros ve Anaximenes de, ünlü tarhçi Hekatee de, İstanbul’daki eşsiz Ayasofya’nın iki mimarından biri olan Isıdor da, birbirleriyle dik kesişen caddelerden oluşan kent planının mucidi Hippodamos da, hepsi, bu dönemde Milet’te yaşamıştır.
 
Ancak Pers işgali bu altın çağa son vermiştir. Hele M.Ö. 494 yılında, Milet’in hemen karşısında bugün sıradan bir tepe olan Lade adası savaşı sonrası Perslere karşı savaşan birçok İonya kenti gibi Milet’in de yıkılıp yakılması, bu şehri çok uzun bir karanlık döneme sokmuştur. Roma çağında, özellikle “Pax Romana” adı verilen, savaşların, işgallerin olmadığı 1. ve 2. yüzyıllarda Milet tekrar uyanmış, gelişmiştir. Günümüzde sit alanında gördüğümüz eserlerin büyük bölümü, bu devire aittir.
 
Fakat Büyük Menderes (Meandros) ırmağının getirdiği alüvyonlarla limanlarının bataklık haline gelmesi ve zamanla denizin giderek uzaklaşması sonucu, Bizans döneminde şehir önemini kaybetmiştir. Daha sonra Menteşe Beyliği ve Osmanlı devirlerinde küçük bir kasaba olarak devam eden Milet, zamanla Balat adında bir köy olarak, 3 kilometre uzağa taşınmıştır ve günümüzde yaşamını küçük bir Ege köyü olarak, mütevazı bir şekilde sürdürmektedir.
 
Milet’e geldiğimizde ilk gördüğümüz yapı, elbette devasa boyuttaki tiyatrodur. Helenistik dönemde (M.Ö. 4. yy) sadece 
5300 kişilik küçük bir tiyatro olan bu yapı, Roma çağında (M.S. 2. yy) yapılan değişikliklerle 15.000 kişilik bir kapasiteye yükselmiştir. 140 metre uzunluğunda olan bu tiyatro, arkasında yaslandığı tepeye doğru yükselen oturma sıraları ile, zamanında 40 metre yüksekliğe ulaşmaktaydı. Roma mimarisinin, taş işçiliğinin ulaştığı müthiş seviyeye örnek olarak gösterilebilecek bu tiyatronun üst sıralarında oturanlar, sadece sahnedeki gösteriyi değil, dilerlerse fondaki tiyatro limanını, gelen giden gemileri de seyredebiliyorlardı. Günümüzde epey uzakta olan denizi görünce, insan gerçekten hayretlere düşüyor…
 
Tiyatronun üstünde Bizans döneminden kalma bir kale görülüyor. Bu kale yüzyıllar boyunca, sadece Bizanslılar tarafından değil, Menteşeliler ve Osmanlılar tarafından da kullanılmıştır. Tiyatronun önünde yer alan 30 x 24 metre boyutlarındaki yapı, 15. Yüzyılda Menteşe Beyliği zamanında yapılmış olan bir kervansaraydır. Milet’te bu dönemden kalan diğer bir yapı ise, Balat köyü tarafında yer alan, 1404 yılında yapılmış ve kısa bir süre önce restore edilmiş olan, İlyas Bey Camisidir.
 
Tiyatronun yanında bulunan kalıntılar da kesinlikle gezilmeyi hak etmektedir. Roma döneminde, günlük yaşamda büyük önem taşıyan, insanların gelip, değişik bölümlerinde zaman geçirdikleri, sohbetler ettikleri, sosyalleştikleri Roma Hamamlarına çok güzel bir örnektir bu kalıntılar. M.S. 161 – 180 yılları arasında Roma İmparatoru olan Marcus Aurelius’un karısı Faustina tarafından yaptırılan bu hamamlarda, Apoditerium (giriş-soyunma) Tepidarium (Ilık) Frigidarium (Soğuk) Caldarium (Sıcak) bölümleri, özellikle Türk Hamamlarının atası olan Caldarium’daki alttan ısıtma sistemi (Hypocaust) çok net olarak görülüyor.
 
Tiyatronun yaslandığı tepenin arkasında, agora, anıtsal çeşme, bouleterion, stoa, kilise gibi ne yazık ki çok iyi durumda olmayan, daha birçok kalıntı bulunuyor. Dilerseniz, İstanbul Arkeoloji müzesine giderek, bunlara ait birçok eser görebilir ve bu yapıların zamanında ne kadar muhteşem olduğuna ait ipuçlarını alabilirsiniz.
 
DİDİM  (Apollon Tapınağı)
 
Antik İonya’da Didim, tapınağı ile çok büyük bir önem taşıyordu. Milet’ten başlayıp, Didim Apollon tapınağına kadar gelen 16,5 kilometre uzunluğunda ve 5-7 metre genişliğindeki kutsal yoldan geçerek buraya gelenler, kehanetleri ile ünlü bu ihtişamlı tapınağı ziyaret ediyorlar, sorularına cevaplar arıyorlardı.
 
Dünyanın yedi harikasından biri olan Efes’teki muhteşem tapınak Artemis’e, Didim’deki bu tapınak ise, onun kardeşi Apollon’a adanmıştır ve tarihte aynı mekanda birçok kez yeniden inşa edilmiştir. Buradaki ilk yapının M.Ö.10. yüzyıl öncesinde, hatta Yunanistan’dan gelen göçmenlerin yerleşmesinden önce yapılmış olabileceği düşünülmekte. Şu andaki tapınaktan bir öncekinin M.Ö. 6. Yüzyılda, İonya’nın altın çağında inşa edildiği, fakat M.Ö. 494 yılında, Lade savaşını kazanmış olan Persler tarafından yakılıp yıkıldığı biliniyor.
 
Günümüzde ziyaret edilen etkileyici boyutlardaki devasa tapınağın yapımı ise, Persleri yenerek, Anadolu’dan atan Büyük İskender (M.Ö. 356-323) den hemen sonra, M.Ö. 313’te başlamış, Helenistik dönem boyunca, 200 yıl kadar sürmüş, fakat asla bitirilememiştir. Bulunan yazıtlardan, Roma döneminde, tapınağın kendi adına adanmasını arzulayan İmparator Caligula (M.S. 37-41), Hadrianus (117-138), Diocletianus (284-305) ve Julianus (361-363) zamanlarında da inşaatın sürdüğünü, fakat hiçbir zaman tamamlanamadığını anlıyoruz.
 
10. yüzyılda çıkan yangında büyük tahribata uğrayan tapınak, Selçuklular döneminde tüm önemini yitirmiş ve son olarak da 15. yüzyıl başında Moğol istilasından sonra tamamen terkedilmiştir. Bu tarihten sonra malzemeleri, mermerleri, bölgede başka yapılar inşa etmek için kullanılmıştır. Buradaki kazılar 1858 yılında “Newton” başkanlığında İngilizler tarafından başlatılmış, daha sonra Fransızlar (1872-1895) ve son olarak da Almanlar (1905-1937) tarafından sürdürülmüştür.
 
Kehanetleri ile ünlü Didim Apollon tapınağı, başlarda sadece devlet işleri ile ilgili, resmi konulara cevaplar verilen bir yer iken, zamanla özel sorunları olan, sorularına yanıtlar arayan, geleceklerini öğrenmeye çalışan insanların akın ettiği bir çekim merkezi olmuş ve bu özelliğini çok uzun süre korumuştur.
 
Tapınak kusursuz mimarisi ve inanılmaz boyutları ile gerçekten çok etkileyicidir. Planını, Efes’teki harika Artemis tapınağını da yapan, Efesli Paionios ve Miletli Daphnis’in çizdiği yapı, 109,34 metre boyunda, 51,13 metre enindedir. Çift sıra olmak üzere kenarlarda 21, önde ve arkada ise 10 adet sütun bulunmaktadır. 2 metre çapındaki bu sütunların boyları neredeyse 20 metreye (19,71) ulaşmaktadır. İçeridekileri de ekleyince varılan, tamamen mermer, toplam 122 adet sütunu ile, o günün koşullarında böyle bir yapının nasıl yapılabildiği, ne kadar insanın, ne kadar süre çalışması gerektiği gibi sorular, tapınağın ziyareti süresince insanın aklında dolanıp duruyor.
 
İnanılmaz güzellikteki bu muhteşem tapınak anlatılamaz, gidip görmek gerekir. Eğer hala görmediyseniz, Güney Ege’ye yapacağınız bir seyahatte, Didim Apollon tapınağını ziyaret etmenizi, bir arkeoloji cennetinde yaşadığımızı,bu açıdan ne kadar şanslı olduğumuzu, bir kez daha görmeniz açısından, hararetle öneririm. 

 
                                                                                                                                                                      M. Tunca Tüzün